1555 yılında kahveyi Arabistan’dan İstanbul’a ilk getiren Hükm ve Şems adlarındaki iki Suriyeli’nin Tahtakale semtinde açtıkları ve kahve pişirip sattıkları dükkân İstanbul’un ilk kahvehanesi olmuştur aynı zamanda.
Hükm ile Şems‘in Tahtakale’deki dükkânlarında sattıkları kahvenin lezzeti pek kısa zamanda bütün İstanbul’u kaplamış ve şehrin her yanından kahve içmeye gelenlerle dükkân dolup taşmaya başlamıştır. Kahve içmek için buraya rağbet gösterenler arasında devrin ileri gelen kimseleri, müderrisler ve kadılar da görülmeye başlamış ve onca yoldan bu sapa yerdeki dükkâna gelenler burada yorgunluk çıkarmak ihtiyacını duymuşlardır. Bu yüzden Hükm ile Şems zamanla dükkânlarını genişletmek ve içine iskemleler ve masalar koymak mecburiyetinde kalmışlardır. Böylelikle kahve satılan bu dükkân aynı zamanda devrin en gözde bir sohbet yeri de olmuştur.
Tahtakale’deki kahve ve kahvehanenin uyandırdığı büyük rağbet karşısında şehrin çeşitli yerlerinde kahve satılan dükkânlar açılmaya başlamış ve kahvehane ismi verilen bu dükkânlar pek kısa bir zamanda bütün şehri kaplamıştır.
Şehirdeki kahvehanelerin sayısının artmasıyla buraları dolduran insanların sayısı da artmaya ve şehir halkının büyük bir kısmı boş vakitlerini burada sohbetle geçirmeye başlamıştır.
İstanbul sınırları içindeki kahvehanelerin sayısının 700’ü aştığı bir devirde (1574-1579) Padişah Üçüncü Murat, halkı tembelliğe sevkettiği düşüncesiyle bu tembellik yuvalarını dağıtmak zorunda kalmıştır. Üçüncü Murat, kahveyi de keyif verici bir içki olarak gördüğünden kahve içme yasağı koymayı da ihmal etmemiştir.
Ancak kahve içmenin bir tiryakilik halini almış bulunması ve bu tiryakilerin başında devlet ileri gelenlerinin olması, herkesi olduğu gibi ricâl-i devlet arasında da hoşnutsuzluğa sebebiyet vermişti. Bu arada aralarında devlet ileri gelenlerinin de bulunduğu pek çok kimsenin gizli gizli kahve içtiklerini farkeden Üçüncü Murat saltanatının son yıllarında kahve içme yasağını kaldırdığı gibi kahvehanelerin yeniden açılmasına da müsaade etmiştir.
Bu serbesti karşısında halk arasında çılgınca bir «kahve tiryakiliği» başgöstermiş, bu arada şehirdeki kahvehanelerin sayısı da birden 1000’in üzerine çıkıvermiştir. Zamanla kahvehaneler yalnız tembeller yuvası olmakla kalmamış, buradaki sohbetler devlet aleyhine çeşitli dedikoduların yapıldığı yerler; birer fesat yuvası halini de almıştır. 1622 yılında İkinci Osman aleyhine girişilen ayaklanma ve Padişahın âsiler tarafından katlinde bu fesat yuvalarının da büyük rolü bulunduğuna kanaat getiren yeni padişah Dördüncü Murat duruma hâkim olduktan sonra ilk icraat olarak bu kahvehaneleri yıktırmış ve kahve ile birlikte yine halkı tembelliğe ve keyife sevkeden şarap ve tütünün içilmesini de yasaklamıştır.
Ancak bu ikinci yasak da uzun sürmemiş, 1640 yılında tahta çıkan ve âciz bir insan olan Sultan İbrahim’ den bu yasakların kaldırılması fermanını çıkarmak umur-u devlet için hiç de zor bir şey olmamıştır. Böylelikle İstanbul tekrar kahvehanelerle dolup taşıvermiştir. Kahvehaneler daha bir süre «dedikodu ve fesat yuvası» hüviyetini korumuşlar, aradan uzun bir zaman geçtikten sonra bu hüviyetlerini kaybedip birer tatlı sohbet yeri olmuşlardır.
Zamanla İstanbul Kahvehaneleri şehrin kültür hayatında da önemli bir yer işgal etmiş ve birer halk mektebi halini almıştır.
Saz şairlerinin devam ettiği, sazlar çalınıp destanların ve mânilerin söyleşildiği kahvehaneler zamanla «Semai Kahveleri» adını almış ve pek büyük bir rağbete mazhar olmuştur.
Eski İstanbul yaşantısını en güzel anılarıyla günümüze kadar getiren rahmetli Musahipzâde Celâl «Eski İstanbul Yaşantısı» isimli eserinde bu «Semai kahvelerinden şöyle bahseder:
“… Bu kahveler semt semt, ekseriya mahalle tulumbacılarının toplandığı kahvelerdi. Bu toplantılara saz şairleri de iştirak ederek muammalar asılır ve muammayı hal edene para, şal, ipekli kumaş gibi bir de hediye verilirdi. Kahvenin çalgı çalınan sedirinin üstü renk renk kâğıtlar, yapma varaklı çiçeklerle süslenir, muammanın üzerine hediyesi konulurdu.”
Söz erbâbı, tulumbacılar arasında cahil, okuyup yazma bilmeyen öyle müstait mâniciler, destancılar ve muamma tertip eden ustalar vardı ki, değme şairlerin bulamadıkları ince nükteleri, cinaslar ve kelime o- yunlarıyla öyle kıvrak söylerlerdi ki herkesi hayrette bırakırlardı.
Uzak yerlerden haber alanlar gelir, toplanır; sazlar çalınır, zilli maşa, darbuka çığırtma ile semailer, destanlar okunur, karşılıklı mâniler söylenir, muamlamar halledilirdi… Âdi günlerde olduğu gibi ramazan gecelerinde Bayezit’ta, Çeşme Meydanı’nda, Fatih’te, Tophane’de, Firuzağa’da, Üsküdar’da, Yeniçeşme’ de ve Taşçıbaşı Dutlu kahvede semai kahveleri vardı. Rahmetli Cenap Şahabettin, tıbbıyenin son sınıflarındayken, ramazan geceleri daha birkaç arkadaşla birlikte Ba- yezit’taki semai kahvesi karşısındaki muhallebici dükkânına gider, söylenen mânileri, destanları, semaileri dinlerdik. Muhallebici dükkânından dinlememizin sebebi. Cenap ve arkadaşları Emin Akif, Kehhalzade Mehmet Ali’nin arkalarındaki yaka ve kol kapakları kırmızı kadife üzerine, omuz başlarına kadar kırmızı ipek şeritlerle donanmış o zamanın Tıbbiye Mektebi üniformasının kahveye girmemize engel teşkil ettiğindendi. Mani söyleyenlerin kafa yormadan buldukları kafiyeler merhum Cenab’ı hayrette bırakırdı. Not defterini çıkarır, kaydeder, yumruğunu deftere vurarak – Bu adamlar okuyup yaz- salardı neler söylemezlerdi – diye haykırırdı.
Bu semai kahvelerini şenlendiren tulumbacıların ekserisi sanat erbabı adamlardı. Dükkânlarında çalışırlardı. Her semtte bulunan yangın tulumbacı teşkilâtına dahil olurlar, bunu bir idman ve spor olarak yaparlardı. Tulumbacılık merakına tutulan Defterhane, Bâbıâli, Rüsûmat, Serasker kapısı, Mâliye, Bâb-ı Meşihat kâtipleri dahi vardı.»
Geçtiğimiz yüzyıl İstanbul’unun en enteresan kahvehanelerinden biri hiç şüphesiz Haliç’in ucunda, Eyüp adlı semtin en yüksek teepsi üzerinde bulunan ve «Altın Boynuz»a hâkim bir noktadaki köhne dükkân idi.
Yaklaşık olarak 150 yıllık bir geçmişi bulunan bu kahvehane nefis manzarası ve sâkin havasıyla pek çok kimselerin olduğu gibi, hayatının önemli bir bölümünü İstanbul’da geçiren ve Türkiye ile ilgili pek çok eserler veren ünlü Fransız yazarı Pierre Loti’nin de devam ettiği yerdir.
Ünlü yazar bir çok romanlarını bu kahvehanede kaleme almıştır. Ve bugün Eyüp sırtlarındaki bu köhne kahvehane, içinde binbir anısı bulunan ünlü yazarın adıyla; «Piyer Loti kahvesi» diye anılır.
Ve İstanbul’un eski yaşantısıyla birlikte üniü yazarı da yaşatan bu kahvede onlardan bir çok izleri bulabilmek mümkündür.
İstanbul’un Kahvehaneleri, Kahvehane, tembelhane, Kahveyle geçmişe yolculuk, Kahvenin Öyküsü, Kahvenin İstanbula gelişi, koltuk kahvesi, edebiyat kahvesi, Kahveler Kitabı, Ah kahve vah kahve, Sarafim Efendi Kıraathanesi, Lebon, Tepebaşı Bahçesi, İkbal Kahvesi, Nisuaz, Viyana Kahvesi, Elit, Baylan, Ankara Pastanesi, Cennet Bahçesi, kahve tarihi, kahvenin geçmişi, moka ne demek