Kanunuesasi Kıraathanesi

Geçmişte İstanbul’un en önemli kahvehanelerinden biriydi Kanunuesasi Kıraathanesi. Selim Yalçıner’in Cumhuriyet Gazetesi’nde 1979 yılında yayınlanan bu haberi kahvehanenin son günlerine ışık tutuyor…

Kanunuesasi Kıraathanesi

Kanunuesasi Kıraathanesi, Padişah II. Abdülhamit döneminde bir Rum tarafından yapılan binanın altında. Bina şimdi gene bir Rum vakfı tarafından yönetiliyor. Şimdiki işletici Hayri Emül, kıraathaneyi Agop Karamanoğlu’ndan devralmış.

1908 yılında II. Meşrutiyet’in ilanından sonra kıraathane, “Kanunuesasi Kıraathanesi” adını almış. Harf devriminden sonra da hemen yani Türkçeye çevrilmiş bu «anılı» ad. Kıraathane, Enver ve Talat Paşaların uğrak yeriymiş bir zamanlar.

1958 yılından bu yana Kanunuesasi Kıraathanesi’ni işleten 71 yaşındaki Hayri Emül, “Abdülhamit döneminde burası ittihatçıların sık sık toplandıkları ve kararlar aldıkları bir yermiş. Bize eski sahipleri öyle söylediler.” diyor.

Hayri Emül, Kanunuesasi Kıraathanesini sık sık restore ettirdiğini belirtiyor, «Bu İş de o kadar kolay değil. Her usta yapamıyor restorasyonu. Tanıdığımız bir İki usta var, onarım gerektiğinde onları çağırıyoruz. Herekse güvenemiyoruz» diyor; parlatılmış pirine zile basıyor: Gelen garsona cay söylüyor.

Atatürk döneminin Polis Müdürlerinden Ekrem Paşa’nın da müdavimlerinden olduğu Kanunuesasi Kıraathanesi, “refiklerine oranla çok sessiz bir yer. Emekliler üçer – beşer oturmuşlar sohbet ediyorlar ya da kâğıt oynuyorlar; bilardo masalarında gençler. Gençler ve yaşlılar bir arada bulunabiliyor burada. Bilardocu gençlerden biri “Çok sessiz ve sâkln bir yer burası” diyor, “Üstelik diğerlerine oranla çok ucuz.” Hayri Emül, «Benden sora burası ne olur bilemem” diyor. Yakınmadan, çaresizce…

Mehmed Kemal’in anılarından

Yazar Mehmed Kemal’in satırlarıyla Kanunuesasi Kıraathanesi…

Bundan beş on yd önce bu kahve bir süre şairlerin buluşma yeri de olmuştu. Tavlaya meraklı olanlar burada buluşurlar, sonra meyhanelerden birine kapağı atarlardı. Şairi epeydir gördüğüm yoktu, Beyoğlu’nda ağır aksak yürüyordu. Buna, topallayarak da denebilir. Eskiden sık sık görürdüm. Tarlabaşı’nda bir yerde otururdu. Şimdiki, kocaman bir bulvara dönmüş Tarlabaşı değil; o daracık sokaklı Tarlabaşı… Nicedir geldiğim yok buralara, şair de yıllardır uğramıyormuş. Hoşbeşten sonra gün ve saat verdi, “Kanunuesasi Kıraathanesi’nde buluşalım” dedi. (‘Yahu, Kanunuesasi Kıraathanesi mi kaldı?’ diyemedim.)
“Olur” dedim.
Bu kahve (Kanunuesasi), ilk Meşrutiyet’ten beri varmış. Meşrutiyet aydınlarının uğrağı, buluşma yeriymiş. Nasıl Babıâli’de Meserret, Nuruosmaniye’de İkbal varsa, Beyoğlu’nda da Kanunuesasi..
İstanbul gazetelerinin Ankara muhabirliğini ettiğim yıllarda, İstanbul’a geldiğimde Büyük Londra Oteli’ne inerdim. Bu otel, Tepebaşı’ııda bulunanların en iyilerinden biriydi. Beyoğlu’nun göbeği sayılırdı. Geceleri eğlenecek olanlar için kolay da bir yerdi. Gecenin epeyce ilerlemiş bir saatinden sonra insan kendini kolayca yatağına atabilirdi. Şıp meyhane, şıp otel!..
Sabahları kalktığımda Kanunuesasi Kıraathanesi’ne gider, günlük gazeteleri orda okurdum. Otel de, kahve de yabancım değildi.
Kahve, uzunca bir koridor gibiydi. Pencere önüne kahvenin eskileri ve gediklileri otururdu. Kahvenin ortasındaki uzunca yer tavlacılara ayrılmıştı.
Tavlacılar neredeyse sabahtan başlarlar, gece yanlarına kadar oynarlardı. Bu oyunun içinde belki biraz kumar bile vardı.
Sağlı sollu duvar dibinde oturanlar ise randevu verenlerdi. Buralar, aynı zamanda nargilecilerin de yeriydi.
En güzel yer, kuşkusuz, pencere kenan idi. Sandalyeye kurulup geleni geçeni seyretmeye doyum olmazdı. Pencere kenan müşterilerine alışırdınız.
İkinci Dünya Savaşı yıllarında bu kahve (Kanunuesasi) Cumhuriyet aydınlanmanın yeri olmuştu. Meyhane saati değil de erken ise kahveden başka gidilecek yer pek yoktu. Emekliler, işsizler, başıboşlar için en uygun yerdi.
Bundan beş on yıl önce bu kahve bir süre, şairlerin buluşma yeri de olmuştu. Tavlaya meraklı olanlar burda buluşurlar, belki bir iki el tavla oynarlar, sonra meyhanelerden birine kapağı atarlardı. Tavla boşuna değil, rakısına oynanırdı.
Verilen saatte kahveye geldim. Daha kapıdan girerken şairi gördüm; pencere kenarında oturuyor, etrafı seyrediyordu. Tepebaşı yönünden geldiğim için beni görmedi. Görünce, yeniden kucaklaştık, sarmaş dolaş olduk, tik sözümüz, pahalılık, geçim sıkıntısı oldu. Şairin, her zaman, hali vakti yerinde idi, ama nedense o da yoksulluktan söz ediyordu. Yoksulluğun baskısı ağırdı.
Sıra şiire geldi.
“Şiir de yoksullaştı mı?” diye sordum.
“Evet” dedi. “Şurada bir otuz yıl var ki, şiir de yok, şair de yok!.”
“öyleyse ne yapacağız üstat?”
“Şiiri de, şairi de bekleyeceğiz.”
“Ödül vermeler, şair seçmeler ne oluyor?”
“Şairi arıyorlar.”
“Adına ödül koysalar istemez misin?”
Duraladı, gözlerinin içi güldü, alacalı baktı, “İstemem” dedi. Şiir söyleşisini kapattı, kalkana kadar hiç söz etmedi. Belli ki üstat da ödül bekleyenlerdendi.

Mehmed Kemal – Cumhuriyet

error: © 2021 Kahvve.com