Kahve, henüz dünyada adı ve tadı bilinmezken, iki ak Arap tarafından gizlice İstanbul’a getirildi. Ne var ki, saray ve şeriat erkânı, Osmanlı’nın yeni tanıştığı bu tada şiddetle karşı çıktılar. Hem satanlar hem pişirenler hem de içenler ağır cezalara çarptırıldı. Kahvehaneler basıldı, yerle bir edildi. Kahve içen erkeğin karısının boş düşeceğine dair ilginç fetvalar verildi.
Bütün bu ağır yaptırımlara rağmen, “zafer” tiryakilerin oldu: Sonunda, kahve beşerî bir ihtiyaç olarak kabul edilip, “yasallaştı”. Avrupa’nın kahveyle tanışmasının ilginç öyküsünün kahramanı Türkler’dir.
Osmanlı Ordusu tiryakisi olduğu kahveyi seferlere bile götürürdü. Bozgunla sonuçlanan II. Viyana Kuşatmasında askerler yükte ağır malzemelerini bırakıp ricat ederken, unutulanlar arasında kahve çuvalları da vardı. Avusturyalılar kahve çuvallarını Osmanlılar’ın geride bıraktıkları develerin yemleri sandılar. Develeri kesip Tuna Nehri ne atarken, “yemleri”ni de ateşe verdiler. Yanan kahvenin kokusu kilometrelerce uzaklara yayıldı, dumanı gökyüzünü kapladı.
Tercüman olarak kullanılan kahve tiryakisi bir Polonyalı, Osmanlı Ordusu’ndan kaçarak Avusturyalılar’a sığındı. Kokuya dayanamayan bu zat, yanan çuvallardan bir kısmını kurtarmayı başardı ve bu başarısının karşılığında kalan kahve çuvallarının kendisine verilmesini sağladı. Paris’te “Türk şarabı” olarak ünlenen kahveyi Fransızlar’a tanıtan ise bir Osmanlı elçisidir.
XIV. Louis devrinde götürdüğü çuvallar dolusu kahveyi, “kursağında kahveyle ölenlerin cennete gideceğini” söyleyerek pazarlayan elçi, böylece Fransız sarayını da tiryakiler arasına katmayı başardı.
İngiliz elçisinin ülkesine dönerken yanında götürdüğü kahve, henüz cezvede pişip tiryakilik yaratmadan önce, ilaç olarak eczanelerde satıldı…
Taha Toros’un Kahveler Kitabı, Osmanlı İmparatorluğu’na “yasak”, Viyana’ya “ganimet”, Paris’e “moda” ve Londra’ya “ilaç” olarak giren kahvenin ve tiryakiliğin ilginç öyküsünü anlatıyor.