Kahvenin tadı kadar geçmişi de zengin

Kahve, eski zamanlarda romatizma, ateş, böbrek taşı düşürmede kullanılan bir ilaç gibi içilirdi…

Şeyhülislam Ebussuud Efendi, Kuran'da kahve ile ilgili tek kelime bile olmamasına rağmen, kömürleşme derecesinde kavrulan her şeyin islamda yasak ve haram olduğu yolunda fetva verdi…
14/10/2023

Kahve ağacının kavrulmuş çekirdeğinin öğütülmesinden elde edilen kahve günlük yaşamımızın ayrılmaz bir parçası. Son zamanlarda yüzlerce farklı şekilde içilebilen kahvenin klasik Türk Kahvesi çeşidi bile birbirinden farklı isimlerle anılıyor; dibek kahvesi; sade, az şekerli, orta, şekerli kahve. Bir de kısaca kahve dediğimiz kahvehaneler var ki, onlar bugünkü konumuzun dışında kalıyor… Kahve, Türk atasözlerine, türkülerine, destan ve manilerine de bol miktarda girmiş:

“Bir fincan kahvenin kırk yıl hatırı vardır”,
“Kadifeden kesesi / Kahveden gelir sesi”,
“Gönül ne kahve ister ne kahvehane / Gönül ahbap ister, kahve bahane”

Kahvenin tarihi ilginç olaylarla dolu

Günümüzde keyif verici bir içki olarak tüketilen kahvenin bir zamanlar romatizma, ateş düşürme, böbrek taşı düşürmede kullanıldığını biliyor muydunuz?

Kahve ayrıca uyku giderici, baş ağrısını azaltıcı, sindirimi kolaylaştırıcı olarak da kullanılırmış.

Kahvenin ortaya çıkışı

Kahvenin tarihi artık biliniyor ama eskiden kahvenin ortaya çıkışı hakkında çeşitli hikayeler anlatılırdı. Aşağıda okuyacaklarını bunlardan biri…

Tarihçi Ahmet Efendi, kahveyi Ebu l-Hasan Ali Bin Abdullah Abdülcebbar el-Şerif el-Zarcili‘nin kurduğu bir tarikat olan Şaziliye‘ye mensup bir Şazili dervişinin Arabistan’daki Moka’da bulduğunu (1258) yazar.

Ahmet Efendi’nin verdiği bilgiye göre, tekkesinden kovulan ve Küh-ı Evsâb denilen yere sürülen bu derviş, bu kuş uçmaz kervan geçmez yerde, açlıktan bitkin bir halde dolaşırken, bütün o bölgeyi kaplayan bir çeşit ağacın tane biçimindeki meyvelerini kaynatıp içer. Üç gün süreyle sadece bu suyu içerek yaşamayı başarır. Bu sırada arkadaşlarından ikisi, onu merak ederek kendisini bulmak için sürgün yerine gelirler ve ona yardım etmek isterler. Bu arkadaşların ikisi de uyuz hastalığına yakalanmışlardır. Dervişin, hayatını borçlu olduğu içeceği merak ederek tadar ve kokusunu beğenirler. Ve arkadaşlarıyla birlikte kaldıkları sekiz gün içinde bu içeceği kullanmayı sürdürürler; sekiz gün sonunda hastalıklarından kurtulduklarını görünce, buldukları bu şifayı, içtikleri suya (kahveye) duacı olurlar.

Haber, kısa süre sonra Moka’da yayılır. Mokalılar “kahve” adını verdikleri bu taneleri toplamaya giderler. Çok yararlı özellikleri olduğuna inandıkları için büyük bir hırsla bol bol kullanmaya başlarlar. O zaman, Moka hükümdarı, Şazili dervişini çağırır. Derviş, artık her yerde “Şeyh Ömer” diye anılmaktadır. Ona değerli armağanlar verir ve kahveyi bulduğu dağın eteğinde kendisi için bir de tekke yaptırır. Söylendiğine göre, bu tekke bugün de yerinde durmaktadır.

Kahveyi uzun yıllar sadec Araplar kullandı. Bu içecek yüz yıl içinde Suriye, Mısır, Iran ve Hindistan’a yayıldı. İstanbul’a ise Kanuni Sultan Süleyman döneminde, 1554 – 1555 yılında girdi.

Peçevi‘nin yazdığına göre, bu yıl, biri Halepli öteki Şamlı iki Suriyeli, Hükm ve Şems adlı kişiler İstanbul’a gelerek Taht- el Kal‘a’da (Tahtakale) iki kahvehane açtılar. Bu lezzetli içeceğin cazibesi, önce müderris, kadı gibi ilmiye sınıfından olanları çekti…

İstanbul’da açılan iki kahvehane, ilmiye sınıfı mensupları için saatlerce oturulacak bir mekân haline geldi. Kimi dama ya da satranç oynayarak, kimi sohbet ederek vakit geçirmeye başladılar. Bu muhabbetler daha çok sanat, bilim ve edebiyat üzerineydi.

Peçevi, kahvehanelere karşı gösterilen olağanüstü rağbet karşısında, masum eğlencelere bile karşı olan bazı din adamlarının, bu büyük rağbet karşısında dehşete düştüklerini, bu içeceğe bu nedenle cephe aldıklarını, kahvehanelere gidip kahve içenleri münkir ve mücrim ilan ettiklerini yazar… Bu gibi tutucu din adamlarının takındıkları tavır, sonunda ulema sınıfını da etkiledi. Şeyhülislam Ebussuud Efendi de onlardan yana çıktı. Kuran’da bu içecekle ilgili tek kelime bile olmamasına rağmen, kömürleşme derecesinde kavrulan her şeyin İslamda yasak ve haram olduğu yolunda fetva verdi…

Şeyhülislamının “Her ne ki fahim mertebesine varsa, yani kömür ola, sırf haramdır” fetvasıyla ilk kahve yasağı getirilir. Fetvaya göre kömür olan şeyin kaynatılıp içilmesinin haram olduğu savunulur. Padişah buna onay vermez. Hızla artan kahve içme alışkanlığı önlenemeyince çare fetvayı geri almakta bulunur. Bu kez fetva “Kahve kömür haddine gelmez imiş, içmesi caiz imiş”e dönüşür.

Herkesi hayrete düşüren kahveye yasak getiren fetva, aydın fikir adamları tarafından tartışılır oldu. Uzun tartışmalardan ve eleştirilerden sonra padişah fetvayı onaylamayınca, fetva da haliyle halk üzerinde fazla etkili olmadı. Olmadığı gibi İstanbul’da elli kadar kahvehane daha açıldı. Daha sonraki padişahlar, II. Selim (1566-1574) ve III. Murat (1574-1595) dönemlerinde kentteki kahvehane sayısı 600’ü geçmiş, kahve tiryakilerinin sayısı ise bir hayli arttı.

Kahvenin Avrupa yolculuğu

Anadolu üzerinden Avrupa ve Asya’ya uzanan kahve artık tüm dünyada bilinen ve beğenilen bir içecektir. Ancak yasaklar Avrupa’da da peşini bırakmaz. Kahve özellikle erkeklerde cinsel gücü azalttığı yolunda tepkiler alır. Örneğin 1674’de Londralı kadınlar kahveye karşı başkaldırır. Zamanın yöneticilerine yazdıkları metinde şikayetlerini şöyle dile getirirler:

“Bir kahvehanede bu feci içkiyi yudumlama sonucu, oradan öyle bir geliyorlar ki, uzun burunlarından başka nemli, mafsallarından başka kasılmış ve kulaklarından başka dikilmiş bir şeyleri olmuyor. Siz güvenilir efendilerimizin ilgilerini arttırarak bundan böyle altmış yaşından aşağı herkese kahve içmeyi sert ceza tehdidiyle yasaklamaları ve onun yerine bütün bu ütopya ülkesinde çeşitli biraların, yüreğe yararlı Kanarya Adaları ve sağıltıcı Malağa şarapları, beli güçlendirici kaolar içilmesini salık verdirmeleri için önünüzde kendimizi alçaltarak yakarırız!”

Tarih kitaplarında aynı gerekçelerle Mekkeli kadınların da kadıya başvurdukları ve kahveyi geçici bir süre yasaklatmayı başardıktan anlatılır. Kahve ve kahvehanelere ilişkin Osmanlı’da da yasaklamalara rastlanır. Ancak bunun nedeni kahvenin erkeklerde yarattığı olumsuz etkisi değil, biraz siyasi biraz dinidir.

3. Murat döneminde zamanın İstanbul’da İsveç Maslahatgüzarı olarak görev yapan Ohsson, kahve ve Türkler ile ilgili olarak şunları anlatır:

“Doğu’nun bu İçeceğe karşı olan tutkusu her türlü tahminlerin üstündedir. Devletin bütün kademelerinde, erkekler, kadınlar, çocuklar, sadece kahvaltıda değil, öğle yemeğinden sonra, akşam yemeğinden sonra, günün her saatinde hiç tereddütsüz kahve içerler. Nerede olursa olsun, ister bir devlet büyüğü, ister Müslüman, ister Hıristiyan olsun, ister evde, ister dükkânda, ister dairede, ister mağazada bulunsun; İster köyde, ister şehirde bir ziyarete gittiğiniz zaman, ev sahibi size mutlaka kahve ikram eder. Eğer ziyaret uzun sürerse, bir müddet sonra bir kahve daha, hatta biraz sonra bir üçüncü kahve daha gelir. Ancak, şurası var ki, Türkiye’de kahve fincanları küçüktür, onların üç dört fincanı bizim bir fincanımızı ancak doldurur. Kahve fincanları el yakmasın diye daima bir tabak içinde sunulur. Bunlara “zarf” denir. Zarflar umumiyetle bakırdan ya da gümüşten yapılır. İleri gelenlerinki altındandır ve çok defa değerli taşlarla süslenmiştir. (“Zarftan, fincanı çevreleyen madensel çerçeve, kafes kastediliyor). Müslümanlar kahveye ne süt, ne krema, hatta çoğu zaman ne de şeker atarlar. Bu gibi şeylerle bu içeceğin kendine özgü lezzetini bozmak istemezler. Memleketin her yerinde Moka kahvesi tercih edilir. Çünkü hazırlanması daha kolaydır. Taneler kavrulduktan sonra mermer, tunç ya da tahta bir havanda dövülerek pudra haline getirilir. Bu dövülmüş kahveyi pişirmek için, kalaylı bakırkan yapılmış cezvelerdeki su kaynamaya başlarken, küçük bir kahve beş ya da altı kaşık konur. Bundan sonra köpürüp kabardıkça ateşten almaya dikkat edilir. Köpürüp kabarmalar sonunda su İle kahve tamamen meczolunca, kahve pişmiş demektir. Kavrulmuş ya da dövülmüş kahveler deriden yapılmış torba ya da kutularda saklanır. Bunların ağzı da kahvenin kokusunun kaçmasını önlemek için sıkı sıkıya kapatılır. Kahve, ne kadar tazeyse, o kadar lezzetli olur; öyle ki, büyük evlerde her gün taze kahve kavrulur… Ayrıca, taze kahve satan sayısız dükkânlar vardır. Bunların dışında, İstanbul’da ve imparatorluğun diğer büyük kentlerinde, sadece kahve kavurma ve dövme işiyle uğraşan büyük mağazalar açılmıştır. Çoğu kişi kahvelerini bu mağazalara götürür ve çok az bir para karşılığında kavrulmuş, dövülmüş ve elekten geçirilmiş olarak geri alırlar. Bu tür mağazaların yöneticilerine “tahmis” denir ki, Fransızca tamis (elek) sözcüğü bu sözcükten gelmektedir.”

Remzi Gökdağ

Remzi Gökdağ, 1968 Beşiktaş doğumlu gazeteci, yazar ve yayıncıdır. İstanbul Üniversitesi İletişim Fakültesi’nden 1992 yılında mezun olmuş, gazetecilik kariyerine 1989 yılında Cumhuriyet Gazetesi’nde muhabir olarak başlamıştır. İstanbul konulu haberleriyle çeşitli gazetecilik ödülleri kazanmış, özellikle Park Otel’in mühürlenmesine ve kaçak katlarının yıkılmasına dair haberleriyle tanınmıştır. İzlenim, gezi, inceleme türündeki yazıları çeşitli gazete ve dergilerde yayınlanmıştır. 1998 yılında Amerika Birleşik Devletleri’ne yerleşen Remzi Gökdağ, Kaliforniya’nın ilk Türkçe gazetesi USA Turkish Times’ın kuruluşunda yer almıştır. Yazarlık kariyerinde, “Başka Şehirler”, “Sevgili İstanbul”, “Amerikan Medyasında 11 Eylül” ve “Park Otel Olayı” gibi eserleriyle tanınmaktadır. “Başka Şehirler” adlı gezi, anı, tarih türündeki kitabı 2019 yılında yayınlanmıştır. Bu kitapta, 22 yıl boyunca üç kıtada beş farklı kentte yaşayarak ve yüzlercesine seyahat ederek edindiği deneyimleri paylaşmaktadır.

Remzi Gökdağ hakkında ayrıntılı bilgiye buradan ulaşabilirsiniz.

Önceki Yazı

Haldun Taner’den Kahvehaneler Üzerine

Sonraki Yazı

İstanbul’da kahve ve şehrin eski kahvehaneleri

error: © 2021 Kahvve.com

BUNLARI BİLİYOR MUSUNUZ?